•    
      Niyazi-Toker(Niyo)
      M.Bülent Doğan
     

    Delisapan Öykünmeler...
     07 Ekim 2008 Salı
    M.BÜLENT DOĞAN






     

    Bozuk bir zamanın söz dinlemez zembereği gibidir aklım. Her yola çıkışın ondan uzaklaşmak adına mı, yoksa ona varmak için mi olduğunu bir türlü anlayamazsın.

    Yaşının ne kadar genç olduğunu kendi kendine ispatlamak için ara ara nüfus cüzdanını arka cebinden çıkartıp ve her defasında aynı baş sallayış ve yine hep aynı “cık cık cık, Allah Allah..” seslerini tekrarladıktan sonra eski yerine koyarsın.  Sonra aniden, sanki bir şey aklına gelmişçesine hızla tekrar cüzdanına uzanır, bu sefer ehliyetini çıkartır doğum tarihinin, ayının, gününün, yılının tek tek sağlamasını yaparsın.

    Evet doğrudur. Henüz bunayacak yaşa gelmemişsindir.

    O zaman dersin ki kendi kendine, bu yola çıkış nedenlerim, neden aklımın bir köşesinde yer etmiyor?

    Ayaklarına bakarsın, yaşadıklarına bir anlam veremezsin.

    Dönüp, dolaşıp hep ona varmalarının anlamlarını bir çırpıda cevaplandıramazsın.

    ……..

    Her insanın yüreği bir yerlerden çatlar önceleri. İçine biriktirir insanlar en önce. Biriktirir ve bekler. Bir kurdun pususu gibi bekler insanı, içindekiler. En öncede kalbine biriktirdikleri. Ve bir ayrılık sahnesinde, bir uykusu tutmayan gecelerde, pususundan şimşek hızıyla üstüne atlar. Ya da bir yol türküsünün en ezgin, en bitik kavşağında bırakır kendini uçurumlara.

    Her insanın yüreği kanar. Kanamaz diyen yalandır. En seveninde, en sevilmeyeninde, en zenginin de yüreği bir yerlerden kanar. 

    Her insanın yüreği kanar. Kanmaz diyen hayvandır.

    Benim yüreğimde, aşk gördüğümden andan itibaren kanmıştı. Yüreğimin sevgiye kandığı demde bildim ki, ben hayvan değilim. Sevmesini öğretebilmişsem yüreğime ben, ben hayvan değilimdir.

    Mutluluğumun kendimden insan doğurmak adına mı olduğuna sevinmiştim, yoksa sevdiğim var olduğu için mi bilemedim hiçbir zaman. Bildiğim tek şey. Allah her şeyi çift yaratmıştır ve bende böylece tamamlanmıştım.

    Senden önce aynadaki görüntüm bozuktu. Ağzımdaki kelimelerin serseri bir delikanlılıkla sataşmalardan ibaret olduğunu ayrımsadığımdan beri dilimi de kesmiştim laldım.

    Senden önce laldım. Senden sonra çığırtkan bir bülbül. Senden öncem hiç kanamaz bir yürekti, senden sonra hep kandım. Dupduru bir göl kesiliyor ağzım yanında. Bir zamanların en geçilemez fırtınalarıyla süslü olan ağzım, süt dökmüş bir liman gibi dupduru. Ağzımın çeperlerinden okyanuslar çatlarken bir zamanlar, şimdilerde çöller devşirmekteyim dudaklarımdan. Onlarca savaş ve insanı yutan ağzımın içine bir taş atıyorum kelime niyetine. İçimde haleler durmadan durmadan…. ama hiç durmadan sana doğru kaçıyorlar. Kelimem Yusuf mu benim, yoksa ağzım kuyu mu oldu diye düşünüyorum. Ya sen, sen gecelerime yapışıp kalan bir ay mısın bana o zaman?

    Aynadaki görüntüm kaç zamandır bozuk benim. Yüzümü görmeyeli epey yıllar olmuş. Eskiden nasıl bir yüze sahiptim? Beni çağıran ne diye çağırıyordu diye düşünüyorum. İsmim gerçekten ne idi. İlk doğduğumda kulağıma tekbirler eşliğinde ne diye fısıldandı? İlk doğduğumda bir erkek miydim?

    İlk anımı düşünüyorum. Ciyaklamalarımın sırrını düşünüyorum. Ciğerlerim açılsın diye mi ağladım ilk, yoksa şeytanın yüzüyle tanış çıktımda ondan mı? Eğer diyorum kendi kendime, şeytanı gördüm diye ağladıysam ne mutlu bana.  O zaman ilk doğduğu anda, yani rahim denen memleketinden bir et parçası gibi düşen, ama ağlamayan bebekleri anında kesmeli diyorum kendi kendime. Şeytanı görüp de ağlamayan bebek kesilmeli! Deccal de değildir de kimdir şeytanı görüp de ağlamayan bebek?  Ben ağladığımı hatırladığım için mutluyum çünkü deccal değilim o zaman. Dilimi bir daha doğrultuyorum geçmişime doğru; ilk ağlamam tamamda, ilk gülmem ne zamandı? İlk ne zaman yüzümde bir tebessüm? Anneye uzanan yumuk gözlerimde mi saklamıştım ilk tebessümümü, ilk karnımı doyurduğumda mı, ilk sevdiğimde mi? Düşündüm ve bildim.

     Ben, ilk uykumda tebessüm ettiğimi bildim. Odamın dört bir yanına dizilen nazar boncuklarına ve büyülere bakarak, bu odaya bir ecinnini giremeyeceğini ve şeytanın beni terk ettiğini bildiğimden beri. Rüyamda gördüğüm tüm yüzlerin, meleklere ait olduğunu bildiğimden beri ilk tebessümümü ilk rüyamdaki bir melekle paylaşmıştım. Benden haylice büyüktü, ama aynı ben gibi konuşup hareket ediyordu. Konuşmamı anladığından bilmiştim benim bu melek dilini anladığımı. Yüzümde tatlı bir gülüş ve dudağımda kıvır kıvır bir kahkahayla uyanmam…. Güldüğümü biliyordum ben. Güldükçe evdeki herkesin mutlu olduğunu cıvık hamur kıvamındaki bilincim çoktan kavradığından, hep gülüyordum. Güldüğüm mutlu uyumamdandı. Sonra büyüdüm seni gördüm.

    Bebeklik rüyalarıma sakladığım melek şekline bürüdüğüm sevdiğim senmişsin. Daha bebekken sen yüzlü türkülerle, sen kokulu kelimelerle, oyunlarla rüyalarımda oynadığımı anlıyorum. Yaratılan her şey eşiyle birlikte yaratılırmış, eşsiz olan yüce Yaratıcıymış. Yaşım on beşine basıp, din açısından yükümlü olduğumda anladım.

    On beşime basıp yani, akıl, kemik kıvamına geldiğinde bildim ki; rüyalarımda salınan sen, aslında bana harammışsın. Bildim ki; sen bana günah kadar uzaksın. Sadece günah kadar. Rüyalarımın on beşinden sonra hep ateşlerle sarılı olması, rüyalarımda hep yılanlarla hem dem olmamın nedeni bu diyorum. Bundan dolayı, gece basınca herkesler bir yatağın koynuna; Sen, benim olmayan kolların koynuna girdiğinde; ben, yatağıma bakıp koca bir mezar ya da işkence hane gördüğümden olacak hiç uyuyamıyorum.

    Uyuduğum vakitlerde kendi inlemelerime uyanıyorum, kendi bağırtılarıma. Halbuki küçükken ciyaklamalarım hep mutlu sonla biterdi. Rüyalarımdaki hırıltılar kahkahaların bir küçük kopyasıydı. Şimdi yatak bana ölüm. Rüya, tüm buluşma hayallerine rağmen gene ölüm.

    Rüya? 

    Rüyalarım? 

    En son ki rüyam;  Sağ elimde sıktığım bir yılan, tam çene altından çatallı dilinden kendimi sakınarak sıkıyorum. Elimden alın diye bağırıyorum, yılanı kimse almıyor. Her defasında alınmayan yılan, daha bir kızarıyor elimde. Yılan, ölümle kalım arasında önüne kim gelse alıp götürecek kadar sinirlenmiş. Ben korkumdan sıktıkça daha bir sıkıyorum yılanı, sağ elimi çok fazla kımıldatamıyorum. Kuyruğu aklıma geliyor ya kuyruğunda zehir taşıyan cinsindense diye, ya kuyruğuyla dokunursa bana….. ölümden değil de yılandan korktuğumu biliyorum. Ölüm ne ki yılanın yanında! Ağzını açtıkça açıyor yılan, ben sıktıkça. Alt çenesinden başını bana doğru döndürse hiç şansım yok. Karşıdan bir dolu insan, yılanla dalga geçiyorlar. Yılanı ne kadar sinirlendirirlerse o kadar eğleniyorlar. Yılan, düşüncelerimi okumuşçasına kuyruğuyla sağ koluma dokunmaya başlıyor. İşin aslı, koluma dokunan, çenesini can havliyle sıktığım bu yılan mıdır, başka bir yılan mıdır? Korkumdan sağ yanıma bile bakışlarımı çeviremiyorum. Sağ kolumdaki soğukluk arttıkça bağırmaya başlıyorum ve tüm uykularım gibi bu uykumdan da kendi sesime uyanıyorum. Yatağa bakıyorum uyandığım bir uykudan sonra uyuyamayan bedenimin, ne zaman hangi sıkıntıda uykusuzluktan kalb krizi geçirip yok olacağını ya da uykulardan korkan beynimin, ne zaman kanama geçireceğini hesaplıyorum. Her hesaplamamda az kaldığımı daha bir biliyorum.

    Ellerime bakıyorum. Her uyandığımda ilk işim ellerime bakmak oluyor. Ellerime dokunan ve ne güzel kokuyor diyen seni, bilincime yerleştirdikten sonra, ben, bu koku ne ki diyorum. Sen bir de beni küçükken, daha bir bebekken görseydin. O zamanlar daha bir güzel kokardım. Tıpkı cennet gibiydim. Cennet gibi çünkü daha yeni düşmüştüm oradan. Hem tüm vücudum böyle kokardı. Zannımca Hacerül Esved de böyle kokardı diyorum. Taş olmasına bakmadan hem de. Değil mi ki cennetten çıkıp gelmişti ben gibi dünyaya!

    Ama diyorum o zamanlar vücudumda kokardı. Yıka yıka gitmezdi bu koku vücudumdan. Sonra zamanla kaybettim bu kokuyu. Aslına bakarsan zamanla değil de büyüdükçe. Şimdi sadece ellerimde kalmış bu koku. Onu da kaybetmemek adına kremlerle, parfümlerle boyamaktayım. İlk hali gibi değil yani. Bu kadar uzaklaşmışım bebekliğimden. Büyüdükçe cennetten uzaklaşıyor diyorum kendi kendime insanlık. Ölüme yakında tekrar yaklaşıyor. Ya da cenneti bırakıp ben gibi ateşgedelere biniyor.

    Neden anlatıyorsun bunları diyesin geliyor içinden biliyorum. Sebep yok sadece anlatıyorum. Anlatmak bizim görevimiz bu dünyada. Ya da belki de gerçek şu ki, kaybedeceğini anlayınca insan daha bir sarılıyor sevdiği şeylere. Kaybetme ihtimali ortadan kalktığındaysa tüm ayrıntılar poff yok oluyor birden. Onca eza, cefa sanki yaşanmamış gibi sayıyor insan. İns ve an yani unutmakla, isyan aynı kelimede birleşip nasıl da isminin hakkını veriyor diyorum içimden.

    İns ve an her şeye uyum sağlayan ve isyan eden!

    Kaybedeceğimizi anladığımızda hayata daha bir sıkı sarılıyoruz. Her şeye daha bir yürekten bakıyoruz sadece kaybedeceğimizi anladığımızda. Kaybetme ihtimali yok olunca ise üstünkörü. Halbuki hayat ayrıntıda gizlidir. Her şeyin özü, içinde saklı değil midir? Şeytan bile ayrıntıda!!!

    Severken görmeyiz. Görmek için hep uzakta kalmalıyız sevdiğimizden. Sevgili yanımızda olmamalı, hep acı çekmeliyiz, bulunma olmamalı. İki deniz hiçbir zaman bir araya gelmemeli.

    Mecnunu düşünüyorum ara ara. Sevdiğine kavuşamadığı için çöllere kaçmış. Leyla bir evde sabahlamış. Mecnun, yıldızların altında. Leyla hazır masalara kurulmuş, Mecnun, kaktüs kemirmiş çölün kumlarıyla birlikte. Mecnun, kendini yok etmek istemiş sevdası karşısında. Savaşmamış. Ölümü kabullenmemiş peşin peşin. Sahiplenmemiş işkenceyi ve en çokta karşı durmayı, acı çekmeyi, çile doldurmayı belki çalışmayı. Sadece kumlara sığınmış ve beklemiş. Leyla kendini çöllere vermemiş hiç ya da gözyaşlarını çöle yağmur olup hayat vermemiş. Bu ayrıntıya dikkate ettiğimden beri bunca yıllık Mecnun ve Leyla öykünmelerimden utanır oldum. Boşadım ben bu yalancı aşığı. Talakı selaseyle boşadım hem. Dedim ki ben seversem acıda çekerim, imkansızı da olur kılarım. Dedim ki; ben seversem Kerem gibi severim. Kerem gibi seversem de sevdiğim Leyla’dan çok, Aslı’dan dem vurmalı gönlüme.

    Dağları delip su akıtmalıyım çorak gönüllere. İmkansızlık içinde önüme sürülen sorunları bir bir çözüme kavuşturmalıyım. Sevdim mi ben sevmiş olacağım çünkü başka biri değil. Ben.

    Kerem gibi ışımalıyım yıllar ötesinde, imkansızlık efsanesini bilindik bir öykü kılmalıyım. Ve nihayetinde kendi öykümde ölmeliyim sadece ismim kalmalı geride. Sadece isim,  ama herkes tarafından bilinen bir isimle. İsim bilindik kılındıktan sonra ölüm bir hiç kalır çünkü.

     Ölümün yok edemediği sadece isimdir bu cihanda çünkü.

    Mecnun olmaktan vazgeçip Kerem olmaya kanat kırıyorum bundan sonra. Acı, elem ve uğraş var en azından onda diye kendi kendime yazıklanıyorum. Mecnunun sadece adı varmış gerçekten diyorum.

    ………

    İçimdeki bir sen’e gerek var. Ne için? Ne istiyorsun ondan, yanına gelse ne olacak! Sonra ne isteyeceksin derken bir başka ses niye bu uzaklara duyduğun özlem? Bir kadının kalbini mi kırmalı özlemlerin en koyusundan yaşatmak için, bir sevginin bir aşkın gelişmesi, büyümesi, yerleşmesi orada bir kadının kalbini kırmakla mı oluşuyor. Diyor.

    Tıpkı şu sonbahar gibi. Her duyguyu aynı anda niçin yaşıyorsun? Bütün renkler bir arada solan bir yaprakta, yeşeren bir fidede aynı yerde. Tıpkı duygularım gibi. Bazen bakıyorum soğuk rüzgarlar kızıla, sarıya açılan duygularımı savurup dururken, yemyeşil bir fide bütün rüzgarlara direnerek her an yaşamı son buluverecekmiş gibi güneşe dönüyor yüzünü.

    Tuhaf! Benim duygularımda bir düz duvar yok. Yazdığım her kelime yazdığım her satır “Ayrılığa gidiyoruz bak” demek için yola çıkıyor. “Özlüyorum, yol ayrımında bekliyorum. Sen, sevsen de sevmesen de ben buradayım.” çıkmazında son buluyor.

    Çaresizce özlediğim zamanlar oluyor. Düşüncelerimin her soluk alışında sen duruyorsun. Bekliyorum. Belki son anda söylenecek bir sevgi sözcüğünü kaçırırım diye. Lafı dolandırıyorum öykülerimde. Tıpkı şu anda yaptığım gibi belki de hep yaptığım gibi, istediğim bir cevabı alamam diye.

    Sonra basamak olmak istiyorum sana. Hani bir kapıdan girerken basamaklar vardır ya birilerinin senin üstüne basıp güzel bir kapıdan içeri girmelerine vesile oluyorsun... işte öyle bir şey.

    Bana da şükretmek kalıyor işte! “Gönlünde aşk olsunda neye karşı olursa olsun.. yanlış insana duyulan aşk bile hiç aşık olmamaktan iyidir.” sözüyle teselli buluyor gönlüm.

    Yanlış olmadığını, sadece yanlış zamanda yanlış yerde olduğumuzu biliyorum daha en başından çünkü.

    Dergilerle gömüyorum kendimi, kitaplarla. Çünkü yokluğunda hatta, sen hayatımda hiç yokken bile onlar vardı hayatımda. Sen gidince de onlar kalacak bana. Bu yazdıklarım değil, sadece onlar. Sen, sana ait yazılarını da benden alıp götüreceksin giderken. Ben, korkumdan bu yazdıklarıma bir an bile olsa dönüp bakamayacağım. Her satırın boynumu bekleyen bir ilmek olduğunu biliyorum çünkü. Okursam ölürüm. Başkalarını okursam yaşamaya devam ederim.

    Her insan kadar yalnızım işte. Onca kalabalıklığım içinde belki de en yalnız. Çorabımın astarından, yanlışlıkla kıvrılan pantolon paçamdan bile onlarca kalabalığa bulaşık insan seli akar da gene de yalnızım. Kelimelerim çokluğu, devrikliği, tekliği bu yüzden. Anlaşılmaz tüm noktaları kendime yazıyorum. Çünkü kendim, kendi yalnızlığım. Başkasının değil.

    Sesimin en kalabalık, en yüksek başkentidir suskunluğum. Öldürürsem suskunluğumla, seversem suskunluğumla… her şeyim sesimin olmayışı aslında. Bazen hiçbir söz acıyı alıp götüremez, ama yazı öylemi ya! Ben, senle kaç defa öldüm de hep ya bir mesaj yazısıyla ya da kısa bir karalamayla üzerimdeki ölü toprağını silkeleyip yanına koşmuşluğumu bilirim.

    Biri çıkıp, “Aşkı ihmal etmek öldürür..” diye bas bas bağırıyor. Hak veriyorum hemen. Hem de hiç sorgulamadan.  Sırf içinde aşk kelimesi geçiyor diye hemen kabul ediyorum bu sözü ve hemen içimi yokluyorum. Kaç yıl geçti aradan. Yıl olmadığını, yıllar olduğunu görünce bir hoşuma gidiyor ki. Yılları çoğaltmak için hemen aylarla çarpıyorum sonra hafta, gün derken işi saliselere kadar götürüyorum. En sonunda ben, bir çığlık atıyorum, tüm şehir zelzele yutkunmuş gibi sarsak savruluyor. Ben ne kadar çok sevmişim bu kadar…. milyar kere bilmem kaç saliseler diye göneniyorum. İçimin sağlamasını yapıyorum…

    Sabah kalktığımda aklıma gelen ilk şey sen,  bir çiçekçinin önünden geçerken adın hep aklımda, müzik dinlerken yüzün avuçlarımım içinde,  yanaklarına uzanırken ya da akşamları koynuna girerken alışkanlıktan değil arzudan, masayı kurarken boş zamanlarımı değerlendirmek ya da yardım etmek için değil, senli dakikalarımı uzatmak adına… uzattıkça uzatıyorum listeyi ve diyorum ki kendi kendime; aşk gizli karanlıklarıma sakladığım bir defineymiş.

     Adını koyuyorum...




    Bu yazılar yazarın kendisinden alınmıştır...

     
      01.10.2008'den beri 11291 ziyaretçi siteme girdi... Copyright.© TÜM HAKKI SAKLIDIR.  
     
    Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
    Ücretsiz kaydol